EĞİTİM YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EĞİTİM YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Haziran 2019 Salı

ORTAÖĞRETİM (LİSE) BEP BOŞ ŞABLON

ortaöğretim bep boş şablon
Özel Eğitim okul öncesinden başlayıp birey için hayat boyu devam eden kapsayıcı bir süreçtir. Ortaöğretim de her özel öğrenci için istenen ve olması gereken bir aşamadır. Ortaöğretim kaynaştırma ve hafif düzey özel eğitim sınıfı öğrencileri için kullanılabilecek boş Bireyselleştirilmiş Eğitim Planı şablonu aşağıda hem .pdf hem de .docx formatında verilmiştir.

PDF: ortaöğretim bep boş şablon

DOCX: ortaöğretim bep boş şablon

3 Ocak 2018 Çarşamba

Şımartılan Çocuklar Ağır Bedeller Ödüyor

Avustralyalı tanınmış çocuk psikoloğu Dr. Michael Carr-Gregg’e göre helikopter ebeveynliğin bir anlamda daha ileri bir versiyonu olan ve çocuklarının önüne çıkan her tür zorluğu ortadan kaldıran “kar küreyici” ebeveyn nesli, çocuklarını öylesine el üstünde tuttu ki artık günümüzde ergenler arasında salgın gibi yayılan bir zihinsel rahatsızlığa neden oldular.
Dr. Michael Carr-Gregg, X Kuşağı ebeveynlerinin çocuklarının hayatını çok kolaylaştırdığını, böylece çocukların karşılaştıkları problemleri kendileri çözemez ya da önlerine çıkan engelleri kendileri aşamaz hale geldiklerini söylüyor.
“Bu kuşağın ebeveynleri önlerine çıkan engelleri ortadan kaldırarak, çocuklarının hayatını mümkün olduğunca basit ve kolay bir hale getirmeye çalışıyorlar” diyor Dr. Carr-Gregg.
“Dışarıdan bakıldığında bu hayranlık duyulacak bir şey çünkü hepimiz çocuklarımız için en iyisini istiyoruz ama böyle davranmak onlara dirençli olma konusunda hiçbir şey öğretmediği gibi, evden ayrılıp dünyayla yüzleştiklerinde çok savunmasız olmalarına neden oluyor.”
Bir “kar küreyici” ebeveyn, çocuklarının okula otobüse binerek ya da yürüyerek gitmesini istemek yerine onları okul kapısına kadar bırakıyor.
Çocuklarına en son cihazları ve oyuncakları alıyor, çocukları hiç sürece katmadan çamaşır yıkıyor, evi temizliyor, yemek ya da ütü yapıyorlar, kızlarının ya da oğullarının ev ödevlerini zamanında yapıp teslim etmesini sağlıyorlar.
Dr. Carr-Gregg giderek yaygınlaşan bu ebevyn yaklaşımının, çocuklarına yeterince zaman ayıramadığı düşünen anne babaların suçluluk duymasından kaynaklandığını düşünüyor.
“Bu kısmen de, ailelerin küçülmesinden ve ebeveynlerin çevreden daha az destek almasından kaynaklanıyor” diyor Dr. Carr-Gregg.
“Ebeveynlerin artık çok az zamanı var, kendilerini suçlu hissettikleri için de çocuklarını çok fazla şımartıyorlar.”
Dr. Carr-Gregg’e göre, bunun tek sonucu, şımartılmış ve fazla üstüne düşülmüş bir kuşak değil; gençler kendi problemleriyle başa çıkmaktan aciz oldukları için muazzam bir zihinsel sağlık kriziyle de karşı karşıya kalıyorlar.
Depresyon, kaygı, madde bağımlılığı ve intihar oranlarının oldukça yüksek olduğunu belirtiyor Dr. Carr-Gregg.
“Gençlerin dörtte biri, okuldan mezun olmadan önce ciddi bir psikolojik problem yaşamış olacak, bu da onların çok zayıf bir kuşak olduğunu gösteriyor.”
“Bu aslında çok ironik bir durum çünkü bizler Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Vietnam Savaşı’nı gördük ama psikolojik bakış açısından bu çocuklar, ebeveynlerinden ya da onların ebeveynlerinden daha az dayanıklılar.”
Dr. Carr-Gregg, ebeveynlerin, çocuklarına zor işler yaptırarak onların daha büyük zihinsel sağlık krizleriyle karşılaşmamalarını sağlayabileceklerini söylüyor.
“Temel kural, ‘çocukların kendilerinin yapabilecekleri işleri onların yerine yapmamak’ olmalı,” diyor.
Yani, çocukları okula giderken otobüse ya da bisiklete bindirmek veya toplu taşımayı nasıl kullanacaklarını öğretmek gerekiyor. Ayrıca çocukların düzenli olarak yaptıkları ev işlerinin olması, teknoloji kullanımlarının sınırlanması ve belli bir yaşa geldiklerinde, paranın değerini anlayabilmeleri için yarı zamanlı bir işe girmeleri gerekiyor.
“Onları böyle el üstünde tutmayı bırakmalıyız artık, bu durum akıl almaz boyutlara ulaştı.”
“Konuştuğum çocukların pek çoğu hayatında yemek yapmamış, hatta kendi yataklarını bile kendileri yapmıyor, odalarını kendileri toplamıyorlar. Çamaşırlarını kendileri yıkamıyor, gömleklerini kendileri ütülemiyorlar.”
“Çocuklar camdan yapılmadılar, çatlamayacaklardır.”
İşte “kar küreyici” ebeveyn olmadan çocuklarınıza ilgi göstermenizin yolları:
• Uykularını tam alsınlar
Uyku en önemli öğrenme ve ders çalışma aracıdır çünkü yeterince uyumayan çocuklar, “huysuz ve memnuniyetsiz olur, iyi öğrenemez.”
• Sağlıklı bir kahvaltı yapsınlar
Araştırmalar, okul çocuklarının yüzde onunun kahvaltı yapmadığını, yüzde on beşinin ise sağlıksız gıdalar yediğini gösteriyor. Bu çocuklara nörolojik olarak bir şey öğretilemez.
• Teknoloji kullanımını yönlendirip sınırlayın
Dr Carr-Gregg, ebeveynlerin çoğunun, çocuklarının internet ve video oyunlarını sınırlamak için kullanabilecekleri araçlardan haberdar olmadığını söylüyor. Ebeveynlerin, çocuklarının ödevleri için araştırma yapmak için internete girmelerine izin verirken dikkatlerini dağıtacak sosyal medya kullanımını engellemek için bu programları kullanmaları gerekiyor.
• Çocuklarınızla konuşun. Birlikte, masada yemek yeyin.
Ebeveynler, çocukları küçükken onlarla birebir sohbet etmeye yeterince vakit ayırmıyorlar. Birlikte sofraya oturmak ise akademik başarının artmasına ve dil gelişimine katkı sağlarken, alkol ve madde bağımlılığına karşı koruma sunacaktır.
İllüstrasyon: Umberto Grati (http://altpick.com/umbertograti)

13 Aralık 2017 Çarşamba

‘Kirlenmek İyidir’: Neden Çocukların Mikroplara Maruz Kalması Gerekiyor?


Jack Gilbert yeni baba olduğu dönemde, çocuğuna düzgün bir şekilde bakmak için pek çok farklı tavsiyenin peşinde koşuyordu: Ona ne zaman antibiyotik vermek gerekir ya da emziğini ne sıklıkta sterilize etmek gerekir?
Chicago Üniversitesi’nde mikrobiyal ekosistemler konusunda çalışan bir bilim insanı olan Gilbert, modern zaman çocukları için mikroplarla temasa geçmenin ne tür riskler barındırdığını bulmaya karar verdi.
“Mikroplara maruz kalmalarının aslında genellikle faydalı olduğu ortaya çıktı,” diyor Gilbert. “Yere düşen kirli emzik, eğer kendi ağzınıza sokup yalarsanız ve sonra tekrar küçük çocuğunuzun ağzına verirseniz, aslında onun bağışıklık sistemini harekete geçirmiş olursunuz. Bağışıklık sistemleri bu sayede daha güçlü bir hale gelecektir.”
Gilbert’ın bugün, Kirlenmek İyidir: Çocuğunuzun Gelişen Bağışıklık Sistemi İçin Mikropların Faydası isimli bir kitabı bulunuyor. Soru cevap formatındaki kitap, yıllar içinde ebeveynlerden Gilbert’a gelen çok sayıda soruyu cevaplıyor. İŞte bunlardan bazıları:
Ebeveynlerin yanlış yaptığı şeyler neler?
En temel yanlışlardan biri, çevreyi aşırı derecede sterilize etmeleri ve çocuklarının asla kirlenmesine izin vermemeleri. Çocukları bahçeye çıktıklarında ve çamurda oynadıklarında, kirlendikleri anda onları hemen içeri sokmaları ve ellerini derhal antiseptik mendillerle sterilize etmeleri ve yüzlerinin kirlenmesine asla izin vermemeleri. Ayrıca onları hayvanlardan uzak tutmaları da çok yanlış. Sadece kedi ve köpeklerden değil, diğer hayvanlardan da uzak tutmaları. Etrafta soğuk algınlığı ya da grip virüsü varsa çocukların ellerini yıkamaları iyi bir şey, ama eğer bir köpekle oynuyorlarsa ve sonra o köpek yüzlerini yalarsa, bu hiç de kötü bir şey değil. Hatta bu, çocuğun sağlığı için aşırı faydalı bir şey olabilir.
El dezenfektanları iyi mi kötü müdür?
Genellikle kötüdür. Sıcak ve sabunlu su iyidir. Hatta hafif ılık ve sabunlu su da iyi sayılır ve muhtemelen çocuğun genel sağlığı için daha az zararlıdır.
Beş saniye kuralına ne diyorsunuz? Yere düşen bir şeyi beş saniyeden daha kısa bir sürede alırsanız temizdir kuralı.
Beş saniye kuralı diye bir şey yok. Mikropların, örneğin yapışkan bir reçelli tost parçasına  yapışmaları sadece milisaniyeler sürer. Ama birşey fark etmez. Son derece tehlikeli patojenlerin olma riskinin çok yüksek olduğunu düşündüğünüz bir alana düşürmediğiniz takdirde, ki neredeyse her modern ev için bu imkansız bir ihtimaldir, o zaman çocuğunuzun sağlığı için hiçbir risk teşkil etmez.
Emzik yere düştüğünde yıkamalı mı yoksa yalamalı mı?
Yalayın. 300,000 çocuk üzerinde yapılan bir araştırmaya göre emziği yaladıktan sonra çocuklarının ağzına geri veren ebeveynlerin çocukları, daha az alerji, daha az astım ve daha az egzema geliştirdi. Genel olarak bu çocukların sağlıkları daha güçlü ve bünyeleri daha dirençliydi.
Alerji gibi şeyler, çocuklarımızı çok fazla korumaya çalışmamızın istenmeyen bir sonucu mu?
Kesinlikle. Geçmişte, bakteri içeren fermente gıdalardan çok daha fazla yerdik. Çocuklarımızın havyanlara ve bitkilere ve toprağa çok daha düzenli olarak maruz kalmalarına izin verirdik. Artık kapalı mekanlarda ve genellikle içeride yaşıyoruz. Yüzeylerimiz sterilize ediyoruz. Sonra da çocuklarımızın bağışıklık sistemleri aşırı hassas bir hale geliyor. Bedenimizde nötrofil adı verilen küçük savaşçı hücreler bulunur ve bunlar yapacak bir şeyler bulmak için dolanmaya çok uzun zaman harcadıklarında agresif ve proinflamatuar olurlar. Ve bu yüzden nihayet yabancı olan birşey gördüklerinde, örneğin bir parça polen gibi, aşırı inflamatuar hale gelirler. Çığrından çıkarlar. Astım, egzama ve çoğu zaman gıda alerjilerini tetikleyen şey budur.
Çocuğumun neleri yapmasına izin vermemi tavsiye edersiniz? 
Çoğu zaman çocuğunuzun sağlıklı yemekler yemesini sağlamak zor olabilir. Daha renkli ve daha yapraklı sebzeler yemelerini, liften daha zengin bir beslenmeyi ve şeker alımını azaltmayı şiddetle tavsiye ederim. Ama genel olarak çocuğunuzun dünyayı deneyimlemesine izin verin. Aşıları olduğu sürece hiçbir tehdit bulunmaz. Üstelik bu onlar için faydalı bir maruz kalmadır.

6 Aralık 2017 Çarşamba

Araştırma: Çocuğun Başarısı Evdeki Kitap Sayısına Bağlı

Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre çocuğun okul başarısı evdeki kitap sayısıyla doğru orantılı olarak artıyor; yani bir evde ne kadar çok kitap varsa, çocuğun başarılı olma eğilimi o derece yüksek oluyor.
Bulunan bu sonuç, çocuğun ailesinin kitap okuyup okumamasıyla ve sosyo-ekonomik düzeyiyle bağlantılı değil. Yani siz okumasanız bile evinizde bir kitaplık kurarsanız, eskiye kıyasla çocuğun entelektüel düzeyinin uzun vadede yükseldiğini görmeniz muhtemel. Bunu, geleceğe bir yatırım olarak düşünün.
Anne-babası –söz gelişi– doktor olan ama evinde hiç kitap bulundurmayan bir ailenin çocuğu okulda başarısız olabilirken, evinde iki yüz kitap bulunduran bir işçi ailesinin çocuğu başarılı olabiliyor. Bu iki çocuğun zeka seviyesinin aynı olduğunu farz edersek, evinde daha çok kitap bulunduran ailenin çocuğunun avantajlı olacağını söyleyebiliriz.
O halde ilk yapmamız gereken, evimizde bir kitaplık oluşturmak. Peki, bunu nasıl yapacağız?
Tabi ki işe bir kitaplık satın almakla başlamalısınız. Evinizin  görünen bir köşesine, hatta antre ya da mutfağa, balkona ya da oturma odasına bu kitaplığı kurun. Kitap sayısı da yüzden fazla olmalı. İdeal kitaplık dört yüz civarında kitaptan oluşuyor.
Eve kurduğunuz bu kitaplık çocuğun merakını cezbedecektir. Başlangıçta onlara ilgi göstermez gibi görünse de, eninde sonunda canı sıkılacak, yapacak bir iş bulamayınca da kitaplara yönelecektir. Bir kitabın adı ya da kapağı ilgisini çekecektir. Belki yağmurlu bir gün dışarı çıkmak istemeyecek, evde kalacaktır; ya da internet kesilecek, izleyecek iyi bir film bulamayacak, playstation o gün sarmayacak… İşte bu, çocuğun kitaplara yönelmesi için bir fırsattır. Ama evde kitap bulunmazsa, çocuk kitap yerine başka bir şeye yönelir. O halde evde kitap bulundurmalı.
Günümüzde çocukların alternatifi çok. Yine de bir gün kitaplığa yöneleceğinden emin olabilirsiniz. “Bu kitapların içinde ne yazıyor acaba?” diye soracaktır kendi kendine. Çocuklar meraklı yaratıklardır. Kitaplık onları kendine çekecektir. Ve bir kez kitapları eline almaya başladığında, gerisi kendiliğinden gelir. Okumayı sevmek, okuma alışkanlığı edinmek, çocuğun kendi başına araştırma yapmasının ve bilgiyi arama yetisinin temelini oluşturur. Bu konuda çocuklara rahatlıkla güvenebilirsiniz. Çünkü kitapların çocukların merakını cezbetmemesi imkansızdır.
Şimdi bir hesap yapalım ve iki yüz kitaptan oluşan bir kitaplığın maliyetini hesaplayalım… Bir kitabın ortalama 20 TL olduğunu farz ederek, 200 kitabın bize maliyeti 4000 TL olur. Buna 200 TL kitaplık masrafını da eklersek, demek ki 4200TL’ye evimizde bir kitaplık kurabiliriz. Tabi bu 200 kitabı bir anda almayacağız. Her ay iki kitap alarak kitaplığımızı kurabiliriz. En güzeli, çocuk doğmadan önce kitap almaya başlamaktır. Böylece çocuğumuz 3-4 yaşına gelinceye kadar kitaplığımız hazır olur.
Peki hangi kitapları seçeceğiz? Araştırma, türün önemli olmadığını söylüyor, önemli olan evde kitap bulunması.
Yine de benim bu konuda bazı tavsiyelerim olacak. Birincisi, gelip geçici türden popüler kitaplardan uzak durmanız. Örneğin politikacılar hakkında gazeteciler tarafından yazılmış bir kitap güncel olduğu için ilginizi çekebilir, ama 4-5 sene sonra bu kitabın güncelliği kalmayacaktır. İlk anda uzak durmamız gereken kitap türleri şunlar olabilir:
1. Astroloji, kuantum başarı, kişisel gelişim türü kitaplar (çocukları bunlardan uzak tutalım.)
2. Yemek kitapları (bunlar pek çok çocuğa hitap etmez, ama yine de kitaplığınıza koymanızda sakınca yok.)
3. Zayıflama, güzellik, moda kitapları (ikinci madde bunlar için de geçerli.)
4. Gazeteciler tarafından yazılan güncel kitaplar.
5. Popüler olmuş gelip geçici yazarların romanları.
Bu kitapları almayın demiyorum, alın! Ama kendiniz için alın. Çocuğunuzun geleceğine yatırım olarak pek değerleri olduğu söylenemez.
Peki hangi kitapları almalı? Benim tavsiyelerim şunlar:
1. Klasik romanlar,
2. Biyografiler,
3. Popüler bilim kitapları,
4. Çok ayrıntıya inmeyen tarih kitapları,
5. Bilimkurgu ve macera kitapları,
6. Klasik çocuk eserleri,
7. Kolay okunan eserler.
8. Bilimsel eserler. Fizik, kimya, matematik kitapları. Bu tür kitapları çocuğunuz anlamasa bile, içindeki grafiklere, resimlere, formüllere bakarak bütün bunların ne anlama geldiğine dair bir merak duygusu geliştirebilir. Bu da çocuğun derslere daha pozitif yaklaşmasına neden olacaktır.
Çocukları hafife almayın. Birçok çocuk orta okulda Dostoyevski’yi okuyacak seviyeye ulaşabiliyor.
Kitap seçerken nelere dikkat edilmeli?
1. Baskı sayısı; unutmayalım ki iyi kitaplar genellikle en az iki üç baskı yapar,
2. Yayınevi; bilinen ve büyük yayın evleri tercih edilmeli: İletişim, Can vs.)
3. Çevirisi iyi olmalı, kaliteli çevirmenler tercih edilmeli,
4. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı ve içindeki önsöz mutlak okunmalı, ayrıca kitabın sayfaları rastgele çevrilerek içindeki bazı bölümlere göz atılmalı,
5. Kitap hakkında internetten araştırma yapılmalı,
6. Kitabın baskısı, kağıt kalitesi, kapağı da dikkate alınmalı. Çocuklar koleksiyon yapmayı severler. Onlara güzel ciltli, güzel kapaklı kitaplar alırsanız, bir süre sonra koleksiyonculuk güdülerinin harekete geçtiğini göreceksiniz.
Büyük yayın evleri bastıkları kitapları iyi seçerler. Baskı kaliteleri yüksektir ve çevirmenleri de genellikle iyidir. Bu durumda büyük yayın evlerinden şaşmamakta fayda var.
Şimdi bazı arkadaşların kafasına şu 4200 TL meselesi takılmış olabilir diye bu konuya yeniden dönmek istiyorum. 4200 TL, eğitim için çok küçük bir miktardır. Eğer çocukların eğitimi için ne kadar para harcadığınızı düşünürseniz, beni haklı bulacaksınız.
Çocukları kurslara ve özel okullara yazdırıyor ve yıllarca haraç gibi taksit ödüyoruz. Tam fiyatı bilmiyorum ama bugün bir özel okulun yıllık ücretinin 20.000TL’den az olduğunu sanmıyorum. Üstelik özel okullara ve kurslara döktüğünüz paranın çoğu emekçi öğretmenlere değil, patrona gidiyor. Özel okullarda kural, kazancın üçte birinin patrona, üçte birinin masraflara ve kalanın da öğretmenlere gitmesidir. Öğretmenlere ayrılan paranın bundan bile az olma ihtimali vardır.
Geçenlerde çocuğunu özel okula gönderen bir veliye, “Neden özel okulu tercih ettiniz?” diye sordum.
Yanıtı ilginçti: “Birçok imkanları var, ama asıl önemlisi İngilizce öğretiyorlar…”
Anlattığına göre, çocuğunu gönderdiği okulda birinci sınıftan itibaren İngilizce öğretiyorlarmış. Adam, bunu tartışma götürmez bir avantaj olarak görüyordu.
Maalesef hiç de öyle değil. Bu veliye özel okul ücretinin ne olduğunu sordum, “yılda 38.000 TL” dedi. İnanamadım. Yılda 38.000TL’yi sırf çocuk İngilizce öğrensin diye vermek bana biraz tuhaf geldi. İngilizce öğrenmesini istediğiniz çocuğunuzu bir yaz İngiltere’ye gönderin, zaten öğrenecektir. Üstelik bunun için 15 bin TL civarında bir masraf yapmanız yeterli olur.
İngiltere’yi pahalı buluyorsanız başka seçenekleriniz de var: Cebelitarık, Malta gibi ülkeler, hatta ABD’ye bile gönderseniz, yine özel okuldan ucuza gelir. Üstelik böylece çocuğun birinci elden İngilizce öğrenmesini sağlarsınız.
Aslında buna da gerek yoktur. Bir arkadaşım, üniversiteyi bitirmiş, yurt dışına gidecekti. Bunun için İngilizce öğrenmesi gerekiyordu. Altı ay çalışarak kendi başına öğrendi ve bunun için sadece elindeki kitaplar yeterli oldu. İngilizce basit bir dildir ve herkes öğrenebilir. Bunun için özel okullara ve kurslara para dökmenize gerek yoktur. Kaldı ki Türkiye’de akıcı bir şekilde İngilizce konuşmayı okulda öğrenmiş pek az kişi vardır.
Önemli olan çocuklarınıza okuma ve kendi kendine öğrenip araştırma yapma alışkanlığı kazandırmanızdır. Bunu da evinize kitaplık kurarak başarabilirsiniz.
Okumayı seven bir çocuk genellikle okulda da başarılı olur. Çünkü pek fazla yardım almadan, kendi kendine öğrenebilir.
Kısaca, çocuğunuza yapacağınız en büyük yatırım evde bir kitaplık kurmak olacaktır.

Sinan İpek
Araştırmanın Kaynağı:
https://academic.oup.com/sf/article-abstract/92/4/1573/2235883/Scholarly-Culture-and-Academic-Performance-in-42?sid=a57c56a3-aa1c-4e45-8a08-7e45d7cd9df0

27 Kasım 2017 Pazartesi

PISA 2015: Singapurlu Öğrenciler İşbirliğine Dayalı Problem Çözme Becerisinde de İlk Sırada!


PISA, 21 Kasım 2017 tarihinde ilk uluslararası “işbirliğine dayalı problem çözme değerlendirmesi” ile ilgili raporu yayınladı. Rapor, öğrencilerin problem çözmek için grup içinde çalışma becerilerini incelerken genç insanların problemleri çözme becerilerini geliştirmede eğitimin rolünü de keşfe çıkıyor.
PISA’nın raporuna göre Singapurlu öğrenciler sadece okuryazarlık ve matematik becerileri konusunda dünyanın en iyileri olmakla kalmıyor, aynı zamanda problemleri çözmek için birbirleriyle en iyi çalışabilen öğrenciler olmayı da başarıyor.
Singapur, Pisa’nın işbirliğine dayalı problem çözme üzerine yaptığı çalışmada, en yüksek puanı alırken (561), Japonya 552 puanla ikinci, Hong Kong ise 541 puanla üçüncü sırada yer aldı.
Türkiye ise 422 puanla 35 OECD ülkesi arasında son sırada yer aldı. 51 ülke arasındaysa sadece Peru, Brezilya, Karadağ ve Tunus’un önüne geçerek sondan beşinci oldu. Türkiye’den her 10 öğrenciden 6’sı, işbirliğine dayalı problem çözme becerisinde en düşük seviyede yer aldı. Rapor, Türkiye’de öğrencilerin grup çalışmasını sevmediğini de ortaya koydu, yalnız çalışmak yerine bir takımın parçası olmayı tercih edenlerin oranı yüzde 48’de kaldı. Bu, tüm ülkeler arasındaki en düşük oran.

PISA 2015 – İşbirliğine Dayalı Problem Çözme Becerileri Sıralaması

İLK 10
  1. Singapur
  2. Japonya
  3. Hong Kong (Çin)
  4. Kore
  5. Kanada
  6. Estonya
  7. Finlandiya
  8. Makao (Çin)
  9. Yeni Zelanda
  10. Avusturalya
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından yürütülen Pisa, bize dünyadaki eğitim sistemlerine yönelik en geniş değerlendirme verilerini sunan tek ve dolayısıyla en etkili kurum olarak görülüyor. Geleneksel olarak okuma, matematik ve fen kategorilerinde testler yapan Pisa, ilk kez 2015 yılında öğrencilerin işbirliğine dayalı problem çözme becerilerini de ölçtü. Pisa’nın buradaki amacı, öğrencilerin 21’inci yüzyıl için gerekli işbirliği becerilerine sahip olup olmadıklarını ortaya çıkarmak.


“Okullarımızda takım çalışması ve öğrencilerin birbirleriyle çalışması konusunda öğrenme deneyimi yaratmak için farklı paydaşlarla birlikte çalıştık,” diyor Wei. “Bu tür deneyimlerin her öğrenciye yayılmasını ve hepsinin bundan tam anlamıyla fayda görmesini sağlamamız gerekiyor.”
En iyi performans gösteren öğrenciler, çeşitli kurallar dahilinde problemleri çözmek zorunda bırakıldı. Takım üyelerinin sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlamaları, takımın ilerlemesini izlemeleri ve engelleri aşmak ve çatışmaları çözmek için inisiyatif kullanmaları gerekiyordu. Diğer katılımcı ülkelerden gelen öğrencilerin sadece yüzde 8’i bu düzeyde performans gösterebildiler. Öğrencilerden, kendilerine verilen çalışmaları tamamlamaları için takım üyeleri yerine geçen bilgisayar tabanlı karakterlerle etkileşime geçmeleri istendi.
Örneğin bu çalışmalardan birinde, öğrencilerin, üç kişilik bir takımın parçası olarak bir yarışmada hayali bir ülkenin coğrafyası, insanları ve ekonomisiyle ilgili soruları doğru cevaplamaları yer aldı. Öğrenciler, hangi konunun araştırılacağı konusunda kavga eden iki takım arkadaşı gibi sorunlarla baş etmenin en iyi yolunu seçmek zorundaydı.
Öğrencilere aynı zamanda, takım halinde çalışırken farklı bakış açılarını dikkate almaktan keyif alıp almadıkları gibi işbirliğine yönelik tutumları hakkında da sorular soruldu. Singapurlu 10 öğrenciden 9’u iyi birer dinleyici olduklarını ve sınıf arkadaşlarının başarılı olduğunu görmekten zevk aldıklarını dile getirirken, 10 öğrenciden 8’i takımların bireylerden daha iyi kararlar aldığına inandığını söyledi.
Singapur’dan toplamda 168 devlet ortaokulundan 5,825 öğrenci ve dokuz özel okuldan 290 öğrenci rastgele seçilerek Pisa değerlendirmesine katıldı.
Öğrenciler gerçek insanlarla işbirliği yapmadığı için “gerçek” bir ortamda geçmeyen çalışma, çeşitli kısıtlamaları içinde barındırsa da, işbirliği becerilerini ölçen ilk ve tek çalışma olarak çok değerli.

PISA 2015: Kızlar İşbirliğine Dayalı Problem Çözmede Daha İyi

Bulguları derinlemesine incelediğimizde başka sonuçlara da ulaşmak mümkün. OECD’nin eğitim ve beceriler bölümü direktörü Andreas Schleicher, kızların erkeklerden büyük bir farkla daha iyi performans gösterdiklerini dile getirdi. Pisa’ya katılan ülkeler arasında kızlar 29 puan daha yukarıda yer aldı.
“Kızlar ilişkilere daha fazla önem veriyor, daha iyi dinliyor ve farklı görüşlere saygı gösteriyorlar gibi görünüyor. Tüm bunlar işbirliğine dayalı problem çözmede başarılı olmak için çok önemli. Bunu kızların daha iyi yaptığı çok net,” diyor Schleicher.
Yine Pisa 2015 sonuçlarına göre yüksek başarı gösteren öğrenciler, okuldan sonra her gün ebeveynleriyle konuşan öğrencilerdi. Bu çocuklar, ebeveynleriyle her gün konuşmayan öğrencilere göre 21 puan daha fazla aldı.
“Öğrenciler etkileşime ve insanlarla birlikte çalışmaya daha fazla maruz kaldıklarında, yapıcı ve işbirlikçi bir şekilde katkıda bulunma becerileri de gelişiyor. Ebeveynlerin çocuklarıyla düzenli iletişim kurduğu, çocukların hayatlarına ve büyümelerine yakın ilgi gösterildiği evlerde de aynı şey oluyor, ” diyor Sng Chern Wei. “Zaman içinde çocuklar başka insanların bakış açılarına daha fazla önem vermeye ve bir grup ortamına daha fazla katkı sağlamaya başlıyor.”
Schleicher’e göre güçlü akademik performansın bedeli daha zayıf sosyal ilişkiler olmamalı ve Singapur’un aldığı sonuçlar bunu kanıtladığı için çok önemli.
Schleicher, beden derslerinin ve fen derslerinin işbirliği yapma ve sosyal becerileri güçlendirmeyi sağlayabileceğini ekliyor. Fen derslerinde laboratuvarda birlikte çalışırken, fiziksel faaliyetlerde bulunan öğrenciler güçlü ilişkiler kurmaya karşı daha pozitif bir tutum geliştirebiliyor. Belki bu yüzden spor iyi bir takım aktivitesi.

23 Kasım 2017 Perşembe

Oğullarımızla Kızlarımızla Olduğundan Daha Farklı Mı Konuşuyoruz?

Bir Babalar Günü kahvaltısında 5 yaşındaki oğlum ve sınıf arkadaşları babalarla ilgili bir şarkı söylemeye başladılar. “Büyük ve güçlü babam,” diye sözler uyduruyorlardı mırıldanarak. “Çekiciyle her şeyi tamir eder ve çok havalıdır,” diye devam ettiler.
Elbette bu özelliklerin kendisiyle ilgili hiçbir sıkıntı yok. Ama bunlar, erkek kimliğini tanımlayan bir şarkınının sözleri olarak karşımıza çıktığında, çocuklarımızın sadece baba olmanın ne demek olduğunu anlamalarını değil aynı zamanda bir erkek ve bir oğlan çocuğu olmanın ne anlama geldiğini anlamalarını da sınırlamaya başlıyor.
Çocuk kitaplarında görünen babalar ya eğlenmek için balık tutarlar ve oğullarını çeşitli maceralara çıkarırlar ya da fiziksel gücü veya “acı bir özgürlük savaşı” vermeyi modellerler. Çocuk kitaplarında babalar çok nadir olarak oğullarına duydukları sevgiyi cesurca gösterirler. Cinsiyetçi dilin, kadınları ve kız çocuklarını hakir görme şekillerini uzun yıllardır mercek altına alan kadın araştırmaları, bu tür cinsiyetçi kalıpların benzer şekilde oğlan çocuklarına da zarar verdiğini her geçen gün daha fazla gösteriyor.
2014 yılında yapılan pediyatrik bir araştırma, annelerin kız bebekleriyle, oğlan bebeklerine oranla daha fazla sözel etkileşimde bulunduğunu ortaya çıkardı. Farklı bir çalışmadaysa bir grup İngiliz araştırmacı, İspanyol annelerin 4 yaşındaki kızlarıyla konuşurken, 4 yaşındaki oğullarına oranla daha fazla duygusal kelime kullandığını ve duygusal konuları daha fazla açtığını buldu. İlginç bir şekilde aynı çalışma, babalarına geçmiş deneyimlerini anlatan kız çocuklarının, oğlan çocuklarına oranla duyguları hakkında daha fazla konuştuğunu gösterdi. Ve bu geçmiş anıların anlatıldığı diyaloglarda, babalar 4 yaşındaki kızlarıyla konuşurken, 4 yaşındaki oğullarıyla konuştuklarına oranla daha fazla duygu yüklü kelime kullanıyordu.
Emory Üniversitesi tarafından 2017 yılında yapılan bir araştırmada, babaların kızlarına, oğullarına oranla daha fazla şarkı söylediği ve gülümsediği, daha “analitik” ve onların üzüntülerini onayladıklarını çok daha fazla gösteren bir dil kullandıklarını ortaya çıkardı. Oğullarına karşı kullandıkları kelimelerse (“kazanmak” ve “gurur” gibi) başarıya daha fazla odaklanıyordu. Araştırmacılar babaların dilindeki bu farklılıkların, kızların okul başarılarının oğlanlardan daha üstün olduğuna ilişkin tekrarlayan bulgulara katkı sağladığına inanıyor.
Hastanelerin acil odalarında yapılan bir başka araştırmaya göre yaralanmalar nedeniyle acil servise başvurduklarında her iki cinsiyetten ebeveyn de oğullarıyla, kız çocuklarından daha farklı şekilde konuşuyorlardı. Örneğin kızlarına, aynı faaliyeti tekrar yaptıklarında daha dikkatli olmaları gerektiğini oğullarına oranla 4 kat daha fazla söylüyorlardı. Aynı çalışma, her iki cinsiyetten ebeveynin de, çocuk parkındaki bir direkten aşağıya nasıl inilmesi gerektiğini 2 ila 4 yaş arasındaki oğullarına öğretirken “direktifleri” ve aynı şeyi kızlarına öğretirken geniş “açıklamaları” kullandıklarını ortaya çıkardı.
Oğlan çocuklarının okuma-yazma becerileri de onların daha az konuşkan olmaları gerektiği beklentimizden etkilenmiş gibi duruyor. “Amerika’da Erkeklik” kitabının yazarı ve araştırmacı Michael Kimmel şöyle diyor: “Geleneksel güzel sanatlar derslerinin bile oğlan çocuklarını “kadınsılaştırdığı” düşünülüyor.” 20 yıllık bir İngilizce öğretmeni olarak derslerde yıllardır şahitlik ettiğim bir durumu hatırlattı bu bana: Sınıftaki erkek öğrenciler, edebiyat ya da yaratıcı yazarlıkla ilgili ödevlere çok ilgi duyan ve bunu açıkça belli eden erkek öğrencileri yakından takip ederler. Bilim kurgu dalında okuma ve yazmaysa oğlan çocukları için çok daha az tehdit oluşturur. Ama edebiyat ve özellikle şiir birer korku aracıdır. Peki ama neden? Çünkü bunlar, duyguları açığa çıkarmanın ve sözde kadınsı “zayıflığın” dilidir. Bunlar, onlar için yazılan “erkeklik” senaryosunun kaçınmayı ve baskılamayı en iyi öğrettiği şeylerdir çünkü.
Neden oğlan çocuklarının duygusal dağarcıklarını sığlaştırıyoruz ya da sınırlandırıyoruz?
Oğullarımızı (hem kelime anlamıyla hem de mecazi anlamda) savaşmaya, acımasız ve zor bir dünyada rekabet etmeye hazırladığımızı düşünüyoruz belki de. Onları bu distopik geleceğe ne kadar erken hazırlayabilirsek o kadar iyidir diye hissediyoruz belki de. Ancak Harvard psikologlarından Susan David bunun tam tersinin doğru olduğunu iddia ediyor: “Araştırmalar bize duygularını bastıran insanların duygusal sağlıklarının daha zayıf ve dayanıklılık ve esneklik düzeylerinin daha düşük olduğunu söylüyor.”
Bunu nasıl değiştirebiliriz? Oğlan çocuklarının (hepsinin) duygularını deneyimlemelerine izin vererek ve onlara çözümler önererek başlayabileceğimizi söylüyor Dr. David. Bu, onlara hayattaki en önemli şeylerden birini öğretmemiz gerektiği anlamına geliyor: “Duygular iyi ya da kötü değildir. Duygularınız sizden daha büyük de değildir. Duygular korkulacak şeyler değildir.”
Dr. David şöyle devam ediyor: “Onlara şöyle şeyler söyleyin: ‘Üzgün olduğunu görüyorum,” ya da ‘Ne hissediyorsun?’ ya da ‘Şu an içinde neler olup bitiyor?’ Bundan daha büyük bir planınızın olması ya da bundan daha büyük şeyler yapmanız gerekmiyor. Sadece onların yanında olun. Onları konuşturun. Söylediklerini dinlemek istediğinizi gösterin.”

6 Kasım 2017 Pazartesi

Okulların yüzde 90’ı niteliksiz mi?

Liselere giriş sistemi, derin hayal kırıklığı yarattı dersek hiç yalan olmaz!
Peki, açıklanan yeni sistem, dersanelere olan bağımlılığı azaltıp, sınav yarışını sona erdirir ve kalıcı olur mu?
Evet demek mümkün değil.
Bakan Yılmaz’ın konulara vakıf olmadığı her cümlesinden belli oluyor!
Kontrolü altındaki liseleri, farklı kategorilere ayırması ise kabul edilemez.
Sınava, adayların yüzde 10’unun girmesi öngörülüyor ki, en büyük yanılgı bu noktada yaşanacak.
Yüz binlerce öğrenciyi 60 soru ile sıralamak ise ölçme değerlendirmenin ruhuna aykırı.
İkamete dayalı kayıt sistemi ise çoktan iflas etti. İlkokulların önündeki servis araçları ve şişirilmiş notlar bunun en çarpıcı örneği...
Okul bölgeleri, belki büyük şehirlerde mümkün ama küçük yerleşim bölgelerinde, göç hareketliliğini artırmanın ötesine geçemez!..
Artılar-Eksiler
İşte Bakan Yılmaz’ın açıklamaları ve değerlendirmemiz:
Eğitim bölgesi ve sınavsız mahalli yerleştirme sistemini getirdik. Bu sistemde veli ve öğrencimiz adresine en yakın okula yerleştirilecek.
Bunun böyle olmayacağını görmek için müneccim olmaya gerek yok!
Başvuruda öğrencinin karşısına 5 okul çıkacak, tercih yapacak.
Bu, büyük kentlerde mümkün ama peki ya küçük beldeler?
Her okul türüne göre hiçbir öğrencimizi, istemediği bir başka okul türüne yerleştirmeyeceğiz.
Peki ya o bölgede, öğrencinin istediği okul yoksa?
Bundan sonra, adres bölgelerindeki liselere farklı akademik düzeylerde farklı ilgi ve birikimdeki öğrenciler gelecek, akademik çeşitlilik sağlanacak ve bu, okulun başarı seviyesini yükseltecek.
Sayın Bakan, kendi çocuğunu en yakın liseye gönderir miydi?
Tercihe bağlı ve adrese en yakın okula yerleştirme olacağı için bu yaştaki öğrencilerin üzerinden sınav baskısı kalkmış olacaktır.
Pek fazla bir şeyin değişmeyeceğini, hep birlikte göreceğiz.
Esas gayemiz sınavsız liselere geçişi sağlayabilmektir.
Son 40 yıldır hep aynı şey söyleniyor.
Bunun için ne yapmak lazım? Bizim bütün liselerimizi fen lisesi ayarına, sosyal bilimler ayarına ve proje okulları ayarına çıkarmamız lazım.
Bunun mümkün olmayacağını en iyi kendisi biliyor!
Ülke genelinde belirlediğimiz farklı illerdeki sınırlı sayıdaki okulumuza sadece isteyen 8. sınıf öğrencilerimizin girebileceği bir sınav hazırladık, isteğe bağlı. Bu liselerin ismini ve sayısını mayıs ayı gibi açıklayacağız.
Şu anda kendileri bile önlerini göremiyor!
Velilerimiz çocuklarını bu sınava ister yönlendirir isterse de yönlendirmez. Bir liseye yerleşmek için bu sınava girmek zorunlu değildir. Mevcut TEOG’da mutlaka sınava girmek zorundaydınız. Sınav mecburiyeti ortadan kalktı.
TEOG getirildiğinde hiç böyle denilmiyordu! Ayrıca kim daha iyi okul için mücadele vermek istemez ki!
Sınav yerelde yapılacak ama bütün sorular merkezden Bakanlığımızca hazırlanacak.
Bu neyi değiştirecek ki!
Sınav sonuçlarını da kısa süre içerisinde yani haziran ayı içerisinde ilan edeceğiz.
Sorun, sınavların ne kadar hızlı açıklanacağında değil, içeriği ve seçiciliğinde!
Sınav çoktan seçmeli soruların yer aldığı, sözel ve sayısal olmak üzere iki bölüm ve tek oturumdan oluşacak. Sınav temel dersleri içerecek. Toplam 60 soru olacak ve 90 dakikalık bir süre verilecek. Sınavı 8’nci sınıf müfredatı ağırlıklı olmak üzere 6., 7. ve 8. sınıf ders müfredatına ve müfredatla amaçladığımız kazanımlara, ders kitaplarımıza uygun şekilde yapacağız.
3 yılın birikimini 60 soru ile ölçmek mümkün değil. Sorular zorlaştıkça, dersaneye bağımlılık artacaktır!
Gerek bizim liselere kayıt sisteminde gerekse Yükseköğretim Kurulu’nun liselerden üniversitelere geçiş sisteminde yaptığı değişikliklerin bütün amacı 21. yüzyılı Türkiye’nin yüzyılı yapmaktır.
Her iki sistemin de adil, seçici ve kalıcı olması mümkün değil!
Beş tercih, bulunduğu yere en yakın bir tercihtir. Bir de bu sınava girenler için de beş tercih veriyoruz. Ancak gerek bu sınava girenler, gerekse de adrese yakın olarak kaydedilecek öğrencilerin duyurusunu aynı anda yapacağız ve merkezi olarak yerleştireceğiz.
Kafaları daha da karıştırmanın ötesinde bir işe yaramayacaktır!
Biz, eğitim bölgelerini oluştururken, o şekilde oluşturacağız ki velimizin istediği meslek lisesi de olsun, velimizin istediği Anadolu lisesi de olsun, velimizin istediği imam hatip lisesi de olsun. Dolayısıyla bu eğitim bölgesi oluşturması, bu sorunu ortadan kaldıracak.
Küçük yerleşim bölgelerinde bu mümkün değil! Çok programlı liseler de bu sorunu çözmez!
8’inci sınıf ağırlıkta olmak üzere, 6, 7 ve 8’inci sınıftaki ders kitaplarının müfredatı ve kazanımları çerçevesinde, hepsini öğrencilerimize soracağız. Biz 6, 7 ve 8, hangi müfredatla öğrencilerimize ne veriyorsak hepsini bir şekilde ölçeceğiz  . 60 dakikada mı 30’a yakın ders ve yüzlerce konu taranacak?..
Özel Türk ve yabancı okullara girişler ise tam bir maceraya dönüşecek gibi görünüyor!..
Özetin özeti: Üniversitelere giriş sistemi gibi liselere giriş sisteminin de kalıcı olması mümkün değil!..

Dünyanın Yenilikçi Sınıflarından Örnekler: Kendi Kendine Öğrenme – İngiltere


Hiç ders yapmadan öğrencilerin bir şeyleri kendi kendilerine öğrenmelerini ister miydiniz?
Kendi Kendine Öğrenme Ortamları’nda (SOLE), küçük gruplara ayrılan çocuklara teşvik amaçlı büyük bir soru veriliyor ve çocuklar bu soruya cevap bulmak için beraber çalışmak amacıyla interneti kullanmak üzere yalnız bırakılıyorlar.
SOLE, dünyaca ünlü eğitimci Sugata Mitra’nın Yeni Delhi’de gerçekleştirdiği, çocukların kendi kendine öğrenme potansiyelini  fark etmemizi sağlayan “Duvardaki Delik” deneyinden geliyor. (“Duvardaki Delik” deneyinin TED videsou için: https://www.ted.com/talks/sugata_mitra_the_child_driven_education/transcript?language=tr) Bu deney, internete erişimi olan bir grup çocuğun neredeyse her şeyi kendi kendilerine öğrenebileceğini anlamamızı sağladı. Bu fikir Hindistan’dan önce İngiltere’ye ardından Amerika’ya ve bütün dünyaya yayıldı. Bugün dünya üzerinde yüzlerce okulda, bu küresel kendi kendine öğrenme deneyimi uygulanıyor.
Bir SOLE’de eğitimci “Büyük Bir Soru” sorarak çocukların merakını ve hayal gücünü ateşler. Basit bir cevabı olmayan Büyük Sorular pek çok farklı disiplini ve konuyu kapsayarak keşif için derin ve anlamlı bir ortam yaratır. Öğrenciler küçük gruplar halinde organize olurlar ve interneti kullanarak bir cevap bulmak için işbirliği içinde birlikte çalışırlar.
Dijital okuryazarlık ve eleştirel düşünme gibi 21. yüzyıl becerilerini geliştirmek SOLE’nin temel unsurudur. Öğrenciler internette arama yaptıkça geçerli ve faydalı bilgiyi, geçerli ve faydalı olmayan bilgiden ayırt etmeye başlarlar. Öğrenciler konuşarak ve tartışarak topladıkları bilgilerin sentezini yapar ve bulgularını akranlarına sunarlar.

Nasıl uygulayabilirsiniz?

1.Büyük Soru
Soru aşamasında eğitimci, “Büyük Soru”yu açıklar ve sorunun arka planıyla ilgili biraz bilgi ya da soruya dair kısa bir hikaye paylaşır.
Öğrencileri bir cevaba doğru yönlendirmemek ya da öğrenmeleri gereken şeyi herhangi bir şekilde açığa vurmamak önemlidir. Büyük sorular öğrencileri daha fazla soruya götürmelidir ve büyük soruların tek bir doğru cevabı olmaz.
Bir kendi kendine öğrenme ortamı (SOLE) kırılgan olabilir çünkü hemen her şey en baştaki büyük soruya dayanır. Eğer bu soru yeterince büyük değilse ya da öğrenciler soruyu ilginç ya da kendilerine yakın bulmazlarsa, ilk beş dakikada cevabı bulmak için google’ı kullanacak ve sonra da çalışmadan kopacaklardır! Bu belki de yaşanabilecek en büyük sıkıntıdır. Dolayısıyla sorunun nasıl sunulduğu ve sorunun doğası önemlidir. En iyi büyük soruların bazıları çocuların kendilerinden gelebilir.
2. Soruşturma/Araştırma
Bu andan itibaren eğitimci maceranın başlama düdüğünü resmen çalar! Öğrenciler kendi kendilerine gruplara ayrılmalıdır. Öğrenciler bilgisayarların başına geçerek ve cevapları araştırmaya başlayarak büyük soruyu keşfe çıkar. Bazı durumlarda açık ve destekleyici sorular yardımcı olabilir ama daha da önemlisi öğrencileri teşvik eder.
3. Gözden Geçirme
Artık her grubun keşiflerini sunma zamanı gelir. Bu, çalışmanın en önemli unsurlarından biridir çünkü öğrencilere buldukları şeyler ve bunları nasıl keşfettikleri üzerine daha derin bir düşünme fırsatı verir. Gruplara cevaplarını nasıl bulduklarını ve neleri başardıklarını düşündüklerini ve aynı zamanda bir daha ki sefere neleri farklı yapabileceklerini sorun.
Yaş Grubu: Her yaş
Amaçlanan Kazanımlar:
  • Öğrenciler eleştirel düşünme becerileri geliştirir.
  • Öğrenciler dijital teknoloji becerileri geliştirir.
  • Öğrenciler araştırma becerileri geliştirir.
  • Öğrencilerin bağımsızlık duyguları artar.
  • Sosyo-eokonomik eşitlik fırsatı doğar.
İhtiyaç Duyulan Kaynaklar:
İnternete ve bir bilgisayara erişimi olduğu sürece her öğretmen bu çalışmayı yapabilir.

Bu yazı FİDE OKULLARI tarafından desteklenmektedir.

9 Ekim 2017 Pazartesi

Dünyanın Öğretmenlere Verdiği Değere Genel Bir Bakış

Dünyanın her yerinde ebeveynler çocuklarını okul kapılarından içeri bırakırken, uzun yıllar sürecek öğrenim yıllarının ardından onların gelecekte neleri başarabileceklerinin hayalini kurarlar. Çocuklarının gelişimlerini beslemeleri ve gözlerini fırsatlar dünyasına açmaları görevi konusunda öğretmenlere güvenirler. Bu çok büyük bir sorumluluktur. Peki ama bu sorumluluk öğretmenlerin sosyal statülerine ve maaşlarına yansıyor mu?
İşte, dünyanın öğretmenlere verdiği değere genel bir bakış:

Öğretmen Statüsü

Öğretmenliğin Nobel’i olarak kabul edilen Global Öğretmen Ödülü’nün destekçisi Varkey Vakfı tarafından 2013 yılında yapılan bir çalışmada öğretmenlerin sosyal statüleri incelendi. Çalışmanın sonuçlarına göre pek çok Asya toplumunda – özellikle Çin, Güney Kore ve Singapur’da – öğretmenlere büyük saygı gösteriliyor. Dünyanın Batı bölgelerinin çoğundaysa öğretmenle gösterilen saygının düzeyleri çok daha düşük.
21 ülkede yapılan çalışmada öğretmenlik mesleği, 14 saygın meslek arasında, sosyal hizmet uzmanlarının ve kütüphanecilerin hemen üzerinde yani 7’inci sırada yer aldı. Öğretmenlerin, doktorlar kadar yetenekli olduğu düşünülen tek ülke Çin oldu.
21 ülkedeki öğretmenlere yönelik tutumları karşılaştıran çalışmayı yürüten Profesör Peter Dolton, öğretmen statüsünün, o kültürün tarihine, değerlerine ve geleneklerine dayalı olarak farklı derecelendirildiğini söylüyor.
Örneğin, toplumun maddi kazanca odaklandığı Amerika’nın New York şehrinde, bir öğretmenin statüsü ne kadar kazandığıyla ilişkilendiriliyor. Oysa büyüklere saygı göstermenin kültürel bir norm olduğu Çin’de, yüksek maaşları olmasa da öğretmenlere çok daha yüksek bir statü veriliyor.
Çalışmanın sonuçlarından biri de öğretmenlere daha fazla saygı gösteren ülkelerdeki ebeveynlerin, çocuklarını öğretmenlik mesleğine girmeye daha fazla teşvik etmesi. Nitekim araştırma raporuna göre Çin, Güney Kore, Türkiye ve Mısır, çocukları öğretmen olma konusunda en fazla teşvik eden ülkeler arasındayken, İsrail, Brezilya, Portekiz ve Japonya bu konuda en az olumlu teşvik veren ülkeler.
Bu arada Prof. Dolton, 2018 yılında yayınlanacak yeni çalışmanın, ilk çalışmada yer almayan Latin Amerika ve Afrika’yı da kapsayacağının müjdesini veriyor.

Üst Düzey Öğretmen Eğitimi

Finlandiya ve Singapur’un öğretime olan yaklaşımları birbirinden oldukça farklı olsa da, her iki ülke de dünyanın en başarılı öğrencilerini yetiştiriyor.
“Güney Kore, Singapur ve Finlandiya’ya bakarsanız öğretmenliğe önemli bir statü verildiğini, öğretmenlere iyi davranıldığını, iyi maaşlar ödendiğini ve öğretmenlerin mesleki gelişimlerine çok fazla yatırım yapıldığını görürsünüz,” diyor Varkey Vakfı CEO’su Vikas Pota. Pota’ya göre bunun nedeni yüzde 99 devletin bu konudaki istekliliği.
“İyi eğitim için gerçekten ilgili öğretmenlere ihtiyacınız var. Bunda devletin de önemli bir rolü var,” diyor Pota.
En güncel PISA sonuçları Asya eğitim sisteminin oldukça ileri olduğunu göstedi bize. Örneğin matematikte en üst yedi sırada Singapur, ardından Hong Kong, Makao, Tayvan, Japonya, Çin ve Güney Kore yer alıyor. Matematikte 10’uncu, okumada üçüncü ve fen bilimlerinde yedinci sırada yer alan Kanada, genel sonuçlar içinde en üst sırada yer alan Asya dışı ülke olarak öne çıkıyor. Matematikte 13, okumada dört ve fen bilimlerinde beşinci sırada yer alan Finlandiya ise en üst sırada yer alan Avrupa ülkesi. Bu ülkelerin hepsi birbirinden farklı öğretim yollarını kullanıyor, ancak önemli bir ortak noktaları var: Hepsi de öğretmenlerine büyük değer veriyor.
“Finlandiya ve Singapur’da öğretmenler şaşırtıcı bir kariyere sahip. Öğretmenler kendi mesleki uygulamalarının gerçek sahibi olabiliyor ve bu da iş tatminini ve kalitesini artırıyor,” diyor OECD Başkanı Andreas Schleicher. Çok yüksek PISA sonuçlarına sahip Kanada’da da öğretmenliğin niteliğine büyük önem veriliyor.
Singapur’daysa bütün öğretmenler Milli Eğitim Enstitüsü’nden eğitim alıyor ve en üst düzey mezunlar arasından seçim yapılıyor. Ama daha da önemlisi Sinapur’da öğretmenler her yıl 100 saatten fazla mesleki gelişim eğitimi alıyor. Ülkede öğretmen eğitimine ciddi bir yatırım yapılıyor.
Finlandiya’da, bir öğretmen eğitimi programına girmek zaten başlı başına bir gurur kaynağı. Finlandiya’daki öğretmen eğitimi programları son derece seçici bir şekilde, başvuran her on öğrenciden sadece bir tanesini kabul ediyor. Eğitimli öğretmenlerin yüzde 90’ının kariyerleri boyunca meslekte kaldıkları Finlandiya’da, öğretmenlerin meslekte kalma oranının hayli yüksek olmasına şaşırmamak lazım. Bu arada Finlandiya’daki bütün öğretmenler yüksek lisans düzeyindeler.
Tüm bu başarılı ülkelerin arasında ortak olan tek bir şey var: “Öğretmenlerin maaşları değil ama statüleri, öğretmen olmanın cazibesini fazlasıyla artırıyor.”

Öğretmenler En Çok Nerede Kazanıyor?

35 ülkeyi içeren OECD raporuna göre Avrupa, maaş açısından öğretmenlik yapılabilecek en iyi yer. Örneğin Lüksemburg’daki başlangıç öğretmen maaşları, çoğu öğretmenin hayatı boyunca göreceği maaştan bile çok daha yüksek. Lise düzeyindeki öğretmenlere en yüksek ücretleri ödeyen diğer iki ülkeyse İsviçre ve Almanya. En yüksek lise öğretmeni maaşı sıralamasındaki 10 ülkeden altısı Avrupa’dan.
Ödenen ücretlerin ve çalışma şartlarının, yetenekli ve nitelikli öğretmenleri mesleğe çekme, geliştirme ve meslekte kalmasını sağlama konusunda ne kadar önemli olduğunu düşünürsek, politikacıların öğretmen maaşlarını dikkate almaları, nitelikli öğretim ve sürdürülebilir eğitim bütçelerini yakalamanın temel şartlarından biridir.
2008’de yaşanan ekonomik krizin öğretmen maaşları üzerinde doğrudan bir etkisi olmuştu. Nitekim bazı ülkelerde öğretmenlerin maaşları ya donduruldu ya da kesinti uğradı. Mevcut verilere göre 2005-2015 yılları arasında, OECD ülkelerinin üçte birinde öğretmen maaşları düştü. Bu düşüş İngiltere ve Portekiz’de yüzde 10’a ve hatta Yunanistan’da yüzde 28’e kadar ulaştı.

Öğretmenlerin Statüsünü Yükseltmek

Varkey Vakfı, 2013 yılında dünyanın en büyük ödüllerinden biri olan ve öğretmenliğin Nobel’i olarak kabul edilen Global Öğretmen Ödülü’nü hayata geçirdi. Ödüle her yıl yaklaşık
20,000 başvuru geliyor. Başvuranlar önce 50 ardından 10 finaliste indiriliyor. Ödüle layık görülen öğretmense toplam 1 milyon dolar kazanıyor.
Medyanın büyük ilgisini çeken bu ödül, öğretmenlerin statüsünün yükseltilmesine katkı sağlarken aynı zamanda öğretmenlerin küresel anlamda işbirliği yapabilmeleri için büyük bir sosyal ağ yaratmalarını sağlıyor.
“Özetle öğretmenleri ve öğretmenliği kutlamak istiyoruz,” diyor Pota. “Finalist olan ya da kazanan öğretmenler örneğin Türkiye’de televizyon programlarına davet ediliyor ya da Makedonya’da bir belediye başkanı, finalist öğretmeni kutlamak için şehrin bütün billboardlarını onun resmiyle kaplayabiliyor. Hollanda’da adaylığı başbakan tarafından kutlanan bir öğretmen haberlere çıkabiliyor”
*Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) Nedir?Satın alma gücü paritesi, ülkeler arasındaki fiyat düzeyi farklılıklarını ortadan kaldırarak farklı para birimlerinin satın alma gücünü eşitleyen bir değişim oranını ifade ediyor. Yani ülkelerdeki mal ve hizmet fiyat seviyeleri ile döviz kurları farkını ortak bir fiyat seviyesine ve döviz kuruna getirme işlevini Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) gerçekleştiriyor. Hesaplanan satın alma gücü paritesi; belli bir ülkede elde edilen gelirle o ülkede satın alınabilecek belli bir mal ve hizmet sepetinin, dünya ortalaması bir fiyattan değerini gösteriyor.