Veysel Aksoy
Özet
Bu çalışmanın amacı İslam hukukuna göre zihinsel yetersizliği olan
bireylerin yasal hakları, bu hakların kullanımı, yasal haklarından kaynaklanan
toplumsal statülerinin incelenmesidir. Bu
amaçla İslam hukukunda farklı mezheplere göre yapılmış fıkıh
tartışmalarına yer verilmiştir. Ayrıca İslam dinine göre zihinsel yetersizliğin
nasıl tanımlandığı ve zihinsel yetersizliği olan bireylerin kişisel haklarını
nasıl kullanacakları tartışılmıştır. Ortaçağ İslam toplumlarında zihinsel
yetersizliği olan bireylerin toplumsal statüleri cezai sorumluluk, evlilik ve
boşanma, kölelik, toplumsal ve dinsel yaşam, eğitim, kurumsal bakım başlıkları
altında ele alınmaya çalışılmıştır.
Giriş
İslam
yasalarına göre zihinsel yetersizlik kategorisinin ele alınışı Kur'an ayetleri
ve Hz. Muhammed’in hadisleri doğrultusunda yapılmaktadır. İslam’da zihinsel
yetersizlik ilk olarak delilikle bir tutulmuş ancak daha sonra yapılan fıkıh
tartışmalarında özellikle Hanefi mezhebi fıkıhçıları tarafından 11. yüzyıldan
itibaren delilikten ayrı bir kategori olduğu ortaya konulmuştur. Hanefilik
mezhebi özellikle Abbasiler döneminde Bağdat’ta etkili olmaya başlamış İslam’ın
başlıca dört mezhebinden birisidir. Bunun dışındaki diğer üç Sünni mezhebi ve
Şiilik zihinsel yetersizliği delilik kategorisinde ele almıştır. Hanefilik her
ne kadar zihinsel yetersizliği ayrı bir kategori olarak isimlendirse de
uygulamada delilere yönelik uygulamalardan farklı bir öneride bulunmamıştır.
İslam’da
zihinsel yetersizlik ya da delilik konuları özel bir disiplin içinde ele
alınmamış bunun yerine İslam hukuku tartışmaları içinde dini yükümlülükler,
miras, evlilik, boşanma, vergilendirme, ekonomik etkinlikler ve ceza hukuku
gibi tartışmalarda yer bulmuştur (Dols, 2007).
İslam dininde zihinsel
yetersizliği olan bireylerin sosyal konumları ve hakları esas olarak Kur'an-ı
Kerimin 4. suresi olan Nisa suresinin 5 ve 6. ayetlerine ve Hz. Muhammed'in
hadislerine dayanarak açıklanmaya çalışılmıştır (Miles, 2002). Bu ayetler; “Allah'ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı
mallarınızı aklı ermezlere vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve
onlara güzel söz söyleyin (Nisa.5).” ve “Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (büluğa) erdiklerinde, eğer reşid
olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını
geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin.
(Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de
fakir ise, aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı
kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit
bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter (Nisa, 6).” şeklindedir.
Bu ayetler her ne kadar
doğrudan zihinsel yetersizliği olan bireylerle ilgili olmasa da İslam
fıkıhçıları sosyal ve ekonomik hayatta bireysel hak ve sorumluklar konusunda bu
iki ayeti ve peygamberin hadislerini esas alarak konulara açıklık getirmeye
çalışmışlardır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed bir hadisinde; “Uyuyan kişi uyanıncaya kadar, çocuk ergenlik
çağına gelinceye kadar ve aklı olmayan bir adam aklı başına gelinceye kadar
günahları yazılmaz.” demektedir (Dols, 2007). Bir diğer hadiste ise “Zihinsel yetersizlerin (idiot) ve
delilerinki hariç tüm boşanmalar kabul edilebilir” demiştir (Miles, 2002).
Aklını
yeterince kullanamama durumu (delilik ya da zihinsel yetersizlik) bireyin
kısıtlanmasını/vesayet altında bulundurulmasını gerektirmektedir. İslam fıkıh
okulları çocuklukla bir analoji kurarak nasıl ki çocuk akil ve baliğ oluncaya
kadar vesayet altındaysa akil olma durumuna erişememiş yetişkinlerin de akil
oluncaya kadar vesayet altında olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
Muhakeme yeteneği ya da reşit olmak kavramı bireyin zihinsel
yetersizlik durumunun belirlenmesinde anahtar kavram olarak kullanılmıştır.
Eğer bir birey reşit değilse vesayet altında bulundurulmalıdır. Hanefilik
yasalarına dayanılarak yazılmış olan Osmanlı kanunu Mecellede de reşit olmama
durumu muhakeme yeteneği esas alınarak tanımlanmış ve “almanın ve satmanın ne olduğunu bilmeyen sattığında malını vereceğini
aldığında ise malını alacağını bilmeyen ağır ve hafif yaralanma arasındaki
farkı bilmeyen kişinin muhakeme yeteneği sınırlıdır” denilerek tarif edilmiştir.
Ortaçağ İslam
toplumlarında sosyal yardımlaşma ve hayırseverliğin, gereksinimi olan bireylere
ekonomik ve sosyal desteklerin sağlanması şeklinde olduğu belirtilmektedir.
Diğer tüm yardımlaşma ve hayırseverliklerin dinsel ve geleneksel kurallara
bağlı olduğu belirtilmiştir (Gökalp & Aküzüm, 2007). İslam yasalarında
zihinsel yetersizliği olan bireyler toplumsal yaşamın dışına itilmemiş ve bazı
ayrıcalıklar tanınarak özel uygulamalarla sosyal katılımları sağlanmaya
çalışılmıştır. Bu durum İslam’ın büyük günahlarından sayılan kul hakkının
çiğnenmemesi gereği ve insanın yaratılmışların en şereflisi olduğuna dair
(İsra, 70) ayet nedeniyledir. Yine, Ya’ sin suresinin 65–67 ayetlerine göre tüm
yetersizlik durumları Allah tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle yetersizliği
olan insanlarla normal insanlar arasında dinen bir farklılık olamayacağı
düşünülmektedir
(Miles, 2002). İslam yasalarına göre tüm günahlar Allah tarafından
affedilebilir ancak kul hakkı ancak hakkı yenilen birey affederse af
edilecektir. Bu nedenle zihinsel yetersizliği olan bireylerin sosyal ve
ekonomik haklarının korunup kollanması özellikle üzerinde durulan bir konu
olmuştur.
İslam Dinine Göre Zihinsel Yetersizlik
Arap
medeniyeti, Güney Avrupa ve Ortadoğu’ya ortaçağ boyunca egemen olmuştur. İbnü’l
Cevzi’nin (1116–1201) yazıları bu dönemdeki Arap kültürüne ait düşünceleri
tanımlamak için önemli bir kaynaktır. İbnü’l Cevzi esas olarak zekânın
doğasıyla ilgilemiştir ve zekiler kitabı isimli bir kitap yazmıştır. Zekânın
bireyin içsel bir özelliği olduğuna inanmıştır. Zekânın doğuştan olduğuna
inanan kendisinden önceki yazarlardan alıntılar yapmış ve bu genel kavramdan
yola çıkarak zihinsel yetersizliğin doğuştan olduğuna dair çıkarımda
bulunmuştur. İbnü’l Cevzi İdiotluk ve deliliği birbirinden ayırarak, açıkça
zihinsel yetersizliği akıl hastalığından ayırmıştır. Böylece, 13. yy. da birçok
kaynakta genel zihinsel yetersizlik kavramı tanımlanmıştır. Zihinsel
yetersizliğin doğuştan olduğu düşünülmüştür. Akıl hastalıklarından farklı
olarak anlama ve mantıktan sürekli yoksunluk olarak tanımlanmıştır (Berkson,
2006).
İbnü’l
Cevziden daha önce Hanefi fıkıhçılar zihinsel yetersizlikle (idiotluk) deliliği
birbirinden ayırmışlardır. Hanefi mezhebinin bu konudaki görüşleri Es-Sarakşi
(ö.1090) tarafından dile getirilmiştir. Kitab el-Mahsut fil-Furu isimli
kitabında majnun ve ma’tuh kavramlarını kullanarak zihinsel yetersizliği
delilikten ayırmıştır. Majnun aklın bulunmaması durumu olarak tarif edilirken
ma’tuh aklın yetersizliği ya da eksikliği olarak açıklanmıştır. Hanefi
fıkıhçılarından bazılarına göre zihinsel yetersizliği olan bireyler tamamıyla
deli olarak nitelendirilirken bazıları bu bireyleri yarı ya da kısmen deli
olarak nitelemişlerdir.
İlk olarak,
ma’tuh deliden daha az saldırgan davranışları nedeniyle ayrılmıştır. Majnun
saldırgan deliye ma’tuh ise pasif deliye karşılık gelmektedir. Bir fıkıhçı
durumu “ma’tuh için sersem diyebiliriz
fakat deli diyemeyiz…” şeklinde betimlemiştir. Bu durum, anlamakta güçlük
çeken, kendisini tam olarak ifade edemeyen ve özürlü bir şekilde davranan
insanlarla ilgili bir soruna karşılık gelmektedir. İkinci husus ise zihinsel
yetersizliği olan biri (idiot) reşit olmayan biriyle kıyaslanabilir ve basit
yararlı işleri sonuçlandırabilir ve bağış ve yardım amacıyla verilen hediyeleri
kabul edebilir. İkinci husus Hanefi yazarların çoğunluğu tarafından kabul
edilmiştir. Kısmi yetersizlik, davranışları sınırlı bireyler için bir çok okul
tarafından sersemlik (foolish) ve savurganlık (prodigal) ve geri zekalılık
(imbecile) veya budalalık/ahmaklık (simpleton) olarak kabul edilmiştir.
Hanefi
okulunun diğer bir temsilcisi olan El-Marghinani (ö.1197) ilk kez ma’tuf
kategorisi gibi kısıtlamaya neden olacak bir diğer kategori olan gafil
(imbecility) kategorisini bu tartışmalara eklemiştir. İmam Hanife ve
öğrencileri bu grupta yer alan bireylerin de vesayet/kısıtlama altında olması
gerektiğini belirtmişlerdir.
Zihinsel Yetersizliği Olan Bireylerin Vesayet Altına Alınması
İslami yasalarda zihinsel
yetersiz bireyler; “bu bireyler yasa ve
kurallar ile aklıselimin buyruklarından ziyade dürtülerine göre
davranmaktadırlar.” şeklinde tanımlamışlardır. İmam Şafii “Bu bireyler kısıtlama altında olmalıdırlar.
Kendi mallarını kullanmaları sınırlanmıştır. Yeni doğmuş bir bebeğinkine benzer
olarak bunların da korunmaya alınması kendi faydalarınadır" demiştir.
Hanefi
mezhebi yasalarına göre zihinsel yetersizliği olan bireyler mallarını kendi
başlarına yönetme yetisine sahip olmadıklarından kendi iyilikleri için
vasilerince koruma altına alınmalıdırlar. Bu kısıtlamaların dereceleri vardır.
Ancak çocuklar, ölüm döşeğindeki insanlar ve zihinsel yetersizliği olan
bireylerin kısıtlanmaları gereği oldukça açıktır. Es-Sarkaşi, majnun ve
ma’tuhların durumunun muhakeme yaşına erişmemiş (reşit olmamış) çocuklarınkiyle
benzer olduğunu ve bu çocukların vesayeti nasıl anne- babalarındaysa aynı
kuralların bunlar için de geçerli olduğunu söylemiştir. El-Kasani (ö. 1191)
delilikle ilgili konularda çok fazla bir şey söylememiş olmakla birlikte
kısıtlama/vesayetin bireyin akıl erdirebilmesiyle ortadan kalkacağını belirtmiştir.
İmam Şafii
(ö: 820) Nisa suresinin 5–6. ayetlerini, bir yetimin -dolayısıyla da zihinsel
yetersizlerin, zayıfların ve delilerin- mallarının idaresini ele alabilmesinin
iki koşulda mümkün olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Bu koşullar; olgunlaşmak ve
doğru muhakeme yeteneğine sahip olmak (reşit olmak)’dır. Reşit olma kavramı
önemlidir. Reşit olmanın buradaki anlamı dinen uygunluktur. Bu nedenle birinin
bu bireyin kendi mallarını yönetebileceğine dair şahitlik etmesi gerekmektedir.
Bununla birlikte bu bireyin reşit olma durumunun sınanması gerekmektedir.
Sınama ya da test etme bireye göre
değişebilir. Örnek olarak bluğa ermeden önce ve sonra kaba bir dil kullanan ve
alım-satım işlerinde kafası karışan birisinin daha ileri derecede sınanması
gerekir. Bu bireyin parasını nasıl harcadığına bakılmalı, gereksinimlerini
uygun miktarda para harcayarak karşılayıp karşılamadığı ve ekonomik olarak
kandırılıp kandırılmadığı incelenmeli ve mallarının yönetimi öyle kendisine
verilmelidir. Kadınların sınanması da aynı şekilde olmalı ancak bu sınama yakın
akrabası olan kadınlar tarafından yapılmalıdır.
İmam
Şafii’nin yorumladığı ikinci ayet Kur'an’ın ikinci suresi olan Bakara suresinin
282. ayetidir. Ayette
alışveriş kurallarından bahsedilmekte ve “…Eğer
borçlu, aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi
adaletle yazdırsın...” denilmektedir. Belirlenmiş bir vasi aklı ermeyen
(fool), zayıf ve söyleyip yazdıramayan birinin alışverişinde hazır
bulunmalıdır. İmama göre buradaki yazdıramama zihinsel yeterliklerin olmaması
nedeniyle olan yazdıramama durumuna işaret etmektedir.
Şafii
fıkıhçılara göre, delilerin ve zihinsel yetersizlerin (idiot) korunması mahkeme
gözetimi altında bir vasi tarafından yerine getirilmelidir. Kur'an ayetlerini
sıkı sıkıya takip etmiş olan Şafii fıkıhçılar zihinsel yetersizlik ya da
delilik Kur'an’da doğrudan tanımlanmadığı için zihinsel özelliklerin
sınırlılığından dolayı söyleyip yazdıramama, zayıf olma ve zihinsel
yetersizliği (fool) dolaylı olarak delilik sınırları içinde görmüşlerdir.
Hanbelî
mezhebi fıkıhçılarından İbn-i Kudama (ö. 1223) da Şafii fıkıh okuluyla benzer
şekilde reşit olmayı anahtar kavram olarak görmektedir. Bir kişinin haklarının
sınırlanmasında reşit olma ölçüsünü kullanan İbn-i Kudama’ya göre bir bireyin
gündelik yaşamdaki durumuna bakılarak reşit olup olmadığına yani zihinsel
anlamda yetersiz, zayıf ya da deli olup olmadığına karar verilebilir. Ona göre
bir bireyin durumunu ortaya koymada çok da büyük bir zorluk yoktur. Deliliği
tanımlamak için yoğun bir zihinsel çabaya gerek yoktur. Bu oldukça açık bir
durumdur ve kısıtlanmayı/vesayet altına alınmayı gerektirir. Bunun için ayrıca
hâkim (kadı) kararına gereksinim yoktur.
Dördüncü
Sünni fıkıh okulu olan Maliki, geçici ya da
kalıcı da olsa delilik belirtisi gösteren bireylerin durumu çocuklarınki ile
aynıdır demektedir. Bununla birlikte yetişkin bir insanın deli olup olmadığına
bir hâkimin karar vermesi gerektiğini söylemektedirler. Mezhebin kurucusu olan
Malik İbn-i Anas (ö.795) kısıtlama/veraset ve delilik konusuna değinmemiştir.
Bununla birlikte batı dünyasında Averros olarak da bilinen İbn-i Rüşd (ö.1198)
Bidayat El-Müctahid’de genel olarak diğer mezheplerinkine benzer şekilde
vesayet/kısıtlama kararının hâkim tarafından verilmesi gereğinden bahsetmiştir.
Dört Sünni mezhebin bu konudaki görüşleri incelendiğinde Hanefi ve Şafii
okullarının bu konuda en fazla detaya giren fıkıh okulları olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak;
yetersizliği olan bireylerin kısıtlanması/vesayet altına alınması konusunda
İslam’ın genel kuralları oldukça basit bir biçimde, akıldan yoksun olmak, deli
ya da yetersiz olduğu düşünülen bireyin muhakeme gerektiren eylemlerin
sorumluluğunu alamaması olarak sıralanabilir. Bununla birlikte aklı başında
olması durumunda tüm bu eylemleri bağımsız yapabilmesine izin verilmektedir.
Vesayetin Kuralları
İslam kanunlarında
kimlerin vesayet altına alınması gerektiğinin yanında vesayeti sağlayacak
kişilerin kimler olacağı, sorumlukları, bu bireylerde bulunması gereken
özellikler ile vesayetin ne zaman sona ereceği de tartışma konusu edilmiştir.
Kişisel
hakları belirleyen İslam kurallarına göre her özgür bireyin mal-mülk edinme ve
bu mülk üzerinde tasarrufta bulunma hakkı vardır. Bireylerin vesayet altına
alınması durumunda bu malların kullanılması ile ilgili yeni kurallara ve
düzenlemelere gereksinim doğmuştur. İslam’da değişik türde vekâlet ve vesayet
türleri bulunsa da en temel vesayet türü aciz kabul edilen bireylerin vesayet
altına alınmasıdır. İslam’da vesayetin kuramsal çerçevesi, Kur'an’da yer alan
yetimlerin korunmasıyla ilgili pasaja dayanılarak oluşturulmuştur.
İlk olarak
yetersizliği olan bir bireyin yasal vasisi babasıdır. Baba bir vasi tayin
etmeden ölmüşse büyükbaba vasi olmaktadır. Bundan sonra anne ya da o da yoksa
mahkeme kararıyla bir vasinin atanması gerekmektedir. Vasi Müslüman, yetişkin
(akil-baliğ), zihinsel yeterlikleri tam, saygın (adil) ve sorumluluk alabilecek
birisi olmalıdır. Vasilik dini bir görevdir ve ancak kadı tarafından kabul
edilebilecek bir mazeret nedeniyle reddedilebilir. Fiili ya da yasal vasi
gözetimi altındaki çocuktan ve onun mallarının korunmasından sorumlu olmalıdır.
Yasalar tarafından yasaklanmış olsa da vesayetin istismarı önemli bir sorundur.
Vesayet altındaki bireyin evlenmesi ve boşanmasında vasi
yetkilidir.
Vasi vesayeti altındaki bireyin mallarıyla iş yatırımı yapabilir ancak bu
yatırımı kendi işine yapamaz fakat mahkeme kararıyla bu malları yönetebilir.
Vesayet, vasinin veya vesayet altındaki bireyin ölümüyle sona erer.
Yetersizliği olan birey muhakeme gücü kazanırsa (reşit olursa) vasilik sona
erer. Bununla birlikte vasi uygun olmayan davranışları nedeniyle de vasilikten
uzaklaştırılabilir. Teorik olarak uygun davranmayan vasiyi mahkemeye bildirmek
tüm Müslümanların dini olarak yükümlülüğüdür. Vasisi olmayan herkesin vesayeti
mahkemelerdedir. İmam Hanefi bu bireylerin mallarının 25 yaşına geldiklerinde
akil olup olmadıklarına bakılmaksızın kendilerine verilmesi gerektiğini
belirtmiştir. Buna karşın diğer Hanefi fıkıhçılar bu bireylerin muhakeme güçlerini
elde edinceye kadar mallarının vesayet altında tutulması gerektiğini
söylemektedirler.
Cezai Ehliyet
İslam
yasalarına göre reşit olmayan bir insan dinsel olarak yasaklanmış fiillerinden
dolayı suçlanamaz. Yani cezai ehliyeti yoktur. Genel olarak yetersizliği olan
bireyin neden olduğu hasardan vasisi sorumludur. Maliki yasalarına göre
kısıtlama/vesayet altındaki bir birey kendisine emanet edilen mallara gelecek
hasardan sorumlu tutulamaz. O malları kendisine emanet eden kişi riski baştan
kabul etmiş sayılır. Şii yasalarında var olan, tartışmalı konulardan birisi de
bu bireylerin zina suçu işlemesiyle ilgilidir. Kısıtlama/vesayet altındaki bir
erkek akil bir kadınla zina yaparsa cezadan muaf tutulmaktadır. Sıradan suçlar
ve cezalarında da bu bireyler özel bir statüye sahiptirler. Çünkü zihinsel
anlamda yetersiz bireyler kasıtlı bir şekilde davranamazlar ve bu nedenle
işledikleri suçlardan sorumlu tutulamazlar. Ancak kendileri ve/veya vasileri
meydana gelecek hasardan sorumlu tutulabilirler. Cinayet vakalarında da aynı
genel ilke geçerlidir. Kısıtlama/vesayet altındaki bireyin işlediği cinayet
ancak kazara ya da istemeden adam
öldürme kapsamında dava konusu edilebilir. Suç kazaradır çünkü yetersizliği
olan birey suça niyetlenmek konusunda yetersizdir. Diğer taraftan öldürülen
kişinin yakınları mahkemeye gidebilirler ve vesayet/kısıtlama altındaki bireyin
mallarından kan parası almayı hak edebilirler. Eğer normal bir birey
yetersizliği olan birini nefsi müdafaa amacıyla öldürmüşse kısasa kısas ilkesi
uygulanmaz. Ancak öldürülenin yakınlarına ağırlaştırılmış kan parası öder.
İslam yasalarına göre bir birey öldürdüğü kişinin mirasçısı ise o mirası alma
hakkını kaybeder. Ancak katil zihinsel anlamda yetersizliği olan bir bireyse
Hanefi okuluna göre ortada günah ve suç olmadığı için bu birey cezalandırılamaz
ve mirastan mahrum bırakılamaz. Bu konuda Maliki yasalarında çelişkili bir
yaklaşım vardır. Malikilere göre bu birey mirastan mahrum edilir ancak ceza
verilmez. Şii yasaları da aynen Hanefilikte olduğu gibi ceza vermez ve mirastan
mahrum bırakmaz.
Evlilik ve
Boşanma
İslam’da
yetersizliği olan bireylerin evlenmesi yasak değildir. Çocukların evlenmesinde
olduğu gibi bu bireylerin evlenmesinde de vasilerinin onayı gereklidir.
Yetersizliği olan bir erkeğin evlenmesine gerek olduğuna dair karar verilirse
bakıcısı/gözeticisi tarafından ona uygun bir eş bulunur. Vesayetin doğası
gereği evlilikle ilgili düzenlemeler vasi tarafından yapılır. Şafii yasalarına
göre yetersizliği olan biri vasisiyle evlenemez. Bir baba ya da büyük baba
vesayeti altındaki yetersizliği olan kızına uygun bir eş arayabilir.
Ancak vesayet
altındaki erkek kendisi bunu talep etmelidir. Evli çiftlerden koca yetersizliği
olan bir bireyse vasi o evin günlük ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür.
12. yüzyılın
başlarında Filistin’de kısıtlama/vesayet altındaki iki bireyin birbirleriyle
evlenmeleri yasaklanmıştır.
Bununla
birlikte, delilik, yetersizlik ve tedavisi olmayan hastalıklar boşanma nedeni
olarak kabul edilmiştir. Bir kocanın karısını boşayabilmesi için akli
yeterliliğinin yerinde olması (compos mentis) gerekmektedir. Yetersizlik
durumunda vasi yasal olarak kocanın yerine karar verebilmektedir. Evlilik
süresi içinde koca zihinsel yeterliklerini kaybederse kadın boşanmak için mahkemeye
başvurabilir. Mahkemede, erkeğin iyileşemez şekilde akli yeterliğini
kaybettiğine karar verilirse evlilik sona erer. Diğer taraftan erkek de aynı
nedenle karısından boşanmayı isteyebilir ancak karısının yetersizlik derecesi
hafifse bu kararını ertelemek zorundadır. Hiç kimse bir erkeği bu durumda
karısını boşaması için zorlayamaz. Şii yasalarına göre kadının erkeği
boşayabilmesi için erkeğin namaz saatlerine uyamayacak kadar zihni melekelerini
kaybetmiş olması gerekmektedir.
Kölelik
Maliki
yasalarına göre geleneksel olarak köle satışından sonra üç gün içinde kölenin
sahip olduğu bir kusur tespit edilirse satış iptal edilir. Kölenin, deliliği
(zihinsel yetersizlik, akli zayıflık da dâhil) ve cüzamlı olduğunun tespit
edilmesi durumunda bu süre bir yıldır. Hanefi yasalarına göre zihinsel
yetersizlik ya da delilik sürekli/daimi bir kusurdur. Ancak alıcı kölenin
deliliği iyileşmeden onu iade edemez. Ortaçağ İslam toplumlarında bu bireylerin
köle olarak alınıp satıldığı ancak normal kölelere göre daha ucuz bir fiyata
satıldıkları belirtilmiştir. Maliki yasalarına göre bir köle zihinsel
yetersizliği olan bir başka köleyle evlenmeye zorlanamaz.
Toplumsal-Dinsel Yaşam
İslam
inancına göre tüm hastalık ve sakatlıklar Allahtan gelmektedir. Bu nedenle
İslam toplumlarında yetersizliği olan bireylere ilişkin toplumsal bir
aşağılamanın olmadığı belirtilmektedir (Miles, 2002). Akıl sağlığı yerinde
olmayanlar bunun geçici ya da kalıcı olmasına bağlı olarak İslam dini nazarında
birtakım yükümlülüklerden muaf tutulmuşlardır. Peygamberin “Aklı olmayanın dini de yoktur.” hadisi
bu bakış açıcısını etkilemiştir. Ne var ki, akıl hastaları ya da zihinsel
yetersizliği olan bireylerin ehliyetli sayılmaması toplumdan dışlanmalarına ve
hor görülmelerine neden olmamış tersine bir veli gibi korunmuş, bakılmış ve hoş
görülmüşlerdir (Sarı, & Akgün, 2008).
Genel olarak
vesayet/kısıtlama altındaki deliler ve zihinsel yetersizliği olan bireyler (reşit
olmayanlar) dini hak ve zorunluluklardan (ibadetlerden) muaf tutulmuşlar ya da bu kuralların bazıları onlar için
hafifletilmiştir. Maliki yasalarına göre zihinsel yetersizliği olan bir bireyin
babası Müslüman’sa o da Müslüman’dır. Yine zihinsel yetersizliği olan bir savaş
esirinin de Müslüman olduğu kabul edilmektedir.
Bununla
birlikte bu bireylerin ibadet için gerekli olan temizlenme ritüellerini
(taharet- gusül) yerine getirme zorunlulukları bulunmamaktadır. Bu ilkeyle
ilişkili olarak bu bireyler beş vakit namazdan, Cuma ve cenaze namazlarından da
muaftırlar. Maliki
yasalarına
göre cemaat namazına katılmamak kınanması gereken bir davranıştır ancak bu
bireyler bundan dolayı kınanamazlar ek olarak bu bireylerin katıldığı cemaatin
namazı kabul olmaz. Şii yasalarına göre zihinsel yetersizliği ya da
hastalığı olan bireylerin camiye girmeleri yasaklanmalıdır. Hanefi yasalarına
göre bu bireyler vergiden muaftırlar. Reşit olmayan bireylerle iş anlaşmaları
yapılamaz. Ancak vasilerinin vesayetin kuralları bölümünde belirtilen ilkeler
doğrultusunda bu bireylerin mallarını ekonomik etkinliğe katmaya veya bu
bireylerin gözetimleri altında alışveriş yapmalarına izin verebilirler. Osmanlı
imparatorluğu vergi defter ve kayıtlarında bu bireylerin isimleri listelenerek
vergiden muaf tutulmuşlardır. Bununla birlikte Maliki yasalarında bu bireylerin
vesayet altındaki mallarından zekât verilmesi gerekmektedir. Yine Maliki
yasalarına göre zihinsel yetersizliği olan bir birey İslami kurallara göre
hayvan kesemez. Oruç tutmayla ilgili olarak Şafii okuluna göre bir bireyin oruç
tutması için tam anlamıyla Müslüman olması (akil) gerekmektedir.
Bu bireyler
yasal olarak şahitlik yapamazlar. Yemin ve sözleri geçerli kabul edilemez.
Getirdikleri kanıtlar mahkemece kabul edilemez. Mallarını miras bırakamazlar.
Savaşa katılmaya ya da askerlik
yapmaya zorlanamazlar bu tür kamusal görevlerden muaftırlar. Bununla birlikte
ölüm cezasını gerektiren dine küfretme eyleminde delilik ya da zihinsel yetersizlik bir mazeret
olarak kabul edilmez. Günlük yaşamda örtünme ve benzeri dinsel kurallara
uymadıkları için cezalandırılmazlar. İmansızlar, koruma altına alınmış gayri
Müslimler, deliler ve aklı yetersizlerin alkollü içki içmelerinde bir sakınca
görülmemiştir. Kısaca, akli muhakemeleri yerinde olmayan (reşit olmayan)
bireyler tüm toplumsal cezalandırmalardan muaftırlar (Dols, 2007).
Eğitim
İslam’la
birlikte camiler birer eğitim merkezi görevi görmüşler ancak çocukların
eğitimleri daha sonra özellikle camilere yakın inşa edilen farklı okul
binalarına taşınmıştır (Atılgan, 2008). Buna neden olarak peygamberin
öğretmenlere çocuklara ve yetersizlere camide yazma eğitimi vermemelerini çünkü
bunların duvarları karaladıkları ve yerleri kirlettiklerini emretmesi olduğu
belirtilmektedir. (Dols, 2007)
İslam dünyasında,
yetersizliği olan bireylerin eğitimiyle ilgili belgelerin sınırlı ve dağınık
olduğu belirtilmektedir. 1871 yılında çevirisi yapılan İbni Halikana ait eserde
İslam dünyasında yetersizliği olan bireylerin eğitiminden bahsedilmektedir.
Yetersizliği olan bireylere ilişkin öğretmene şu öğüt verilmiştir. “Zeki olanlarla sersemleri birbirinden
ayırmak için zor sorularla sınıfın düzeyini belirle.” Çok fazla miktarda
tekrardan ve başarısız açıklamadan sonra, bir öğretmen yavaş öğrenen ya da öğrenemeyen öğrencilerini sözle
istismar edebilir. Fakat diğer öğrencilerin bu başarısız ahmakları dövmelerine
de engel olmalıdır. Bununla birlikte “belirgin
bir şekilde muğlâk olmayan açık bir dil kullan. Onlara iki ya da üç kez tekrar
et ki herkes anlayıp not alabilsin. Zihinsel yetersiz bireye de evinde ulaş.”
şeklinde de tavsiyeler vardır. Bu eğitimle ilgili duyarlılıkların din
eğitimiyle ilgili olduğunu belirtmek gerekiyor (Miles, 2002).
Kurumlarda ya da Hastanelerde Bakım
İslam
dünyasında ilk dar-üş-şifa 707 yılında Emevi halifesi Abdülmelik tarafından
Şam’da kurulmuştur. Tam teşkilatlı ilk İslam hastanesi, 800 yılında, Abbasi
halifesi Harun er-Reşid tarafından Bağdat’ta kurulmuştur. 10.yy.da İslam
dünyasında kurulan en ünlü hastane Bağdat’ta Büveyhi Emiri Adudüddevle
tarafından 981 yılında yaptırılan Bimaristan-i Adudi’dir (Atılgan, 2008).
Ortaçağ İslam dünyasında her hastalığın bir çaresi olduğu ve ilacının aranması
gerektiği düşüncesi hâkimdi. Hz. Muhammed’in sağlıkla ilgili öğütlerini içeren
ve “Tıbbi Nebevi” başlığı altında toplanan hadisleri de dönemin tıp anlayışını
etkilemiştir. Hz. Muhammed’in hastalıkların çaresini aramayıp tevekkül etmeye
kalkışanlara karşı çıktığını anlatan rivayetler vardır. Bir takım tıp yazmalarında,
örneğin Zahire-i Harzemşahi’de ve XII. yüzyılda yaşamış olan Semerkantlı
Nizami-i Aruzi’nin Çehar Makale isimli eserinde akıl hastaları ve tedavileri
anlatılır. Meşhur hekimlere atfedilen tedavilerden bir kısmı şok tedavisi
niteliğindedir (Sarı, & Akgün, 2008). Zihinsel yetersizliği olan bireylerin
akıl hastalarıyla birlikte dönemin hastanelerinde bakım ve tedavi aldıklarını
zihinsel yetersizliğin XV. ve XVII. yüzyıllarda hala bir akıl hastalığı
kategorisi olarak ele alınmış olmasından anlayabiliyoruz. Osmanlı döneminde
akıl ve sinir hastalıkları ayrım gözetmeksizin baş hastalıkları olarak
sınıflandırılmış ve zihinsel yetersizlik de muhtemelen El- Marghinani’den
etkilenilerek eblehlik ya da gaflet olarak isimlendirilmiştir (Sarı &
Akgün, 2008).
İslam
dünyasında akıl hastalıklarının ilk sınıflandırılmasının Ali İbni Rabban
at-Tabari (ö.855) tarafından yapıldığı ve 13 tür akıl hastalığı sayıldığı
belirtilmektedir (Dols, 2006). Ortaçağ İslam dünyasında başta Bağdat olmak
üzere Kahire, Şam gibi önemli ticaret ve bilim merkezlerinde akıl hastalarının
ve dolayısıyla da zihinsel yetersizliği olan bireylerin bakıldığı
hastanelerin/kurumların kurulduğu ve bu kurumların masraflarının merkezi
hükümetçe karşılandığı bildirilmektedir. Ortaçağda batıdaki benzer kurumların
aksine bu kurumlarda kalan bireylere yönelik uygulamaların olumlu olduğu
belirtilmektedir. Burada bakılan bireylerin kapatılmadıkları, aile ve
akrabaları tarafından düzenli ziyaret edildikleri bildirilmiştir. Bunun yanında
dönemin devlet başkanlarının da bu kurumları düzenli olarak ziyaret ettikleri
ve sorunları dinledikleri ifade edilmiştir. Tedavilerinde şifalı otların,
müziğin kullanıldığı ve mutfaklarının oldukça zengin bir biçimde donatıldığı
belirtilmektedir. Kurumlarda bakımın en önemli nedenlerinden birisi de İslam’ın
kurulma dönemine rasgelen bu dönemde dinin kendi hayır kurumlarını kurma ve
hayırseverliğini kurumsallaştırma isteği olduğu belirtilmiştir (Dols, 2006).
Sonuç
İslam dininin
insanı ele alma biçimiyle yakından ilgili olarak İslam fıkhı (hukuku)
bilginleri çocuklar ve yetimler gibi aciz kabul edilen bireylerin durumlarıyla
analojiler kurarak yetersizliği olan bireylerin toplumsal ve dinsel hak ve
sorumluluklarını belirlemeye çalışmışlardır.
İslam
âlimleri tarafından zihinsel yetersizlik kategorisi doğuştan gelen ve sürekli
bir yetersizlik biçimi olarak değerlendirilmiştir. Zihinsel yetersizliğin
belirlenmesinde toplumsal uyum becerileri esas alınmış ve değerlendirme bir
kere ile
sınırlandırılmamıştır.
Her ne kadar yetersizliğin sürekli olduğu düşünülse de yetersizliğin ortadan
kalkma olasılığı da yok sayılmamıştır. Vesayet altına alınmaları kurallara
bağlanarak ihmal ve istismarları engellenmeye çalışılmıştır. Özgür ve normal
gelişim gösteren bireylerin sahip olduğu sosyal haklardan bu bireyler
alıkonulmamış özel düzenlemelerle bu hakları kullanmaları sağlanmaya çalışılmıştır.
Kurumsal
bakım ve gözetimde dinsel uygunluk esas alınmış ve bu bireylerin bakımı ve
korunması toplumun sorumluluğu olarak kabul edilmiştir. Bu bireylerin cezai
ehliyetlerinin olmaması idam ve hapis gibi benzeri cezalardan muaf
tutulmalarını sağlasa da mallarından kan
parası ödenmesi, oluşan zararın vasisine yüklenmesi gibi uygulamalarla
mağdurların adalet gereksinimleri de korunmaya çalışılmıştır. Bu uygulama
bireylerin toplumsal kabulüne olumlu katkı yapan bir yaklaşımı içermektedir.
Yetersizlikleri
nedeniyle kamusal yükümlülüklerden (askerlik, vergi vb.) muaf tutulmuş olmakla
birlikte kamusal hakların birçoğundan (evlenme, boşanma, mülk edinme, ekonomik
etkinliklerde bulunma vb.) diğer bireyler gibi faydalanmaları sağlanarak
pozitif ayrımcılık uygulamasından yararlandırılmışlardır. Hukuksal kuramcıların
(fakih) tüm bu belirlemelerine rağmen bu bireylerin tüm gereksinimlerinin
yeterince karşılanabildiği, toplumsal katılım ve uyumda çevreden kaynaklanan
olumsuzlukların tam anlamıyla giderilebildiğini söyleyebilmek kolay değildir.
Ancak değerlendirme yaparken ortaçağ İslam dünyasında tüm bireylerin ortak
toplumsal yaşamı ve var olan toplumsal algı ve değer sistemi de göz önünde
bulundurulmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder